KAYIP MED ADASI-Denizden Gelen Yolcu- Bölüm 1

Kayıp Med Adası

Güneş yavaş yavaş gökyüzünde kendisini belli ederken Med adası sakinleri yeni bir güne uyanıyorlardı. Güneşin doğuşu ile uyanmak onların kültüründe olması gereken bir şeydi. Hayat, güneşin doğuşu ile başlardı. Ada, hareketlenmek ve işlerine başlamak zorundaydı. Büyük Med adası ancak bu şekilde yaşamını Devam ettirebilirdi. Med adası gerçekten de çok büyüktü. O kadar çok büyüktü ki adada bir hayat geçiren insanların henüz keşfetmediği yerler olabilirdi. Adanın gizemleri çoktu.

Med adasının bir ucunda dedesi ile beraber yaşayan Şerif ise herkesten önce uyanmıştı. Bahçesinde dedesinin kurduğu salıncakta keyifle güneşin doğuşunu seyrettikten sonra dedesine yardım etmek ve kahvaltı hazırlamak için evine girdi. Dedesinin de kalkmış olduğunu görünce ona gülümsedi.

“Günaydın dede” dedi keyifli bir sesle.

“Günaydın Şerif” diyerek keyifli bir sesle cevap verdi dedesi. Şerif dedesini çok severdi. Anne ve babasını kaybettikten sonra dedesi ile yaşamaya başlamıştı. Dede, torun çok iyi anlaşıyorlardı. Dedesi, Şerif’e bilgilerini ve tecrübelerini anlatıyordu, Şerif ise evin ihtiyaçlarını gideriyor, dedesine yardımcı oluyordu. Adanın bir ucunda herkesten uzak kendi kendilerine yaşıyorlardı.

Kahvaltılarını hazırlayıp beraber masaya oturduklarında dedesinin aklına komik bir şey gelmiş gibi gülmeye başladı. Şerif de dedesinin gülmesine hem neşelendi hem de meraklandı.

“Ne oldu dede? Neden gülmeye başladın?” dedi merakla.

“Ah, sevgili torunum, halimize güldüm. Aslında senin haline güldüm” dedi dedesi. Şerif iyice meraklanmıştı.

“Ne varmış halimde dede?” dedi Şerif ilgi ile.

“Ne kadar da tembel bir şekilde kahvaltımızı yapıyoruz. Hâlbuki babamın anlattıklarına göre Eski Dünyada çocuklar bu saatlerde bir telaş ile okullarına yetişmeye çalışırlarmış. Babam öyle anlatırdı” dedi dedesi.

“Okul dediğin nedir ki?” dedi Şerif.

“Ah zavallı çocuğum. Bizler henüz çok küçükken Bilge Yağmur dedenin yanına giderdik. O bize okuma yazma öğretirdi. Ardından sizler de torunu Toprak’ın yanına gitmiştiniz. Toprak sizlere harfleri ve sayıları öğretmişti. İşte ona Eski Dünyada okul denilirmiş ve adadakinden çok farklıymış” dedi üzüntüyle. Ardından Devam etti. “Eski Dünyada siz çocuklar bu saatlerde kalkar, kahvaltınızı yapar ve okula gidermişsiniz. Bu okullarda birçok çocuk bulunurmuş. Ve siz çocuklar için de öğretmenler bulunurmuş. Orada yeni şeyler öğrenirmişsiniz. Yani olması gereken buymuş torunum. Eskiden dünyanın düzeni bu şekildeymiş. Babam bunları yaşamıştı oğlum. Ancak dünya çok değişti. Daha doğrusu adalılar çok değişti.”

“İyi de dede ben adada da her gün bir şeyler öğreniyorum. O okullar neden öyleymiş ki? İnsanlar hiçbir şey bilmiyor muydu okullara gitmeden? Hiç mi kimse öğretmedi onlara ağaçtan meyve toplamasını?” dedi Şerif şaşkınlıkla. Dedesi onun bu şaşkınlığına gülerek cevap verdi.

“Sevgili torunum, Eski Dünyada insanlar buna hiçbir zaman ihtiyaç duymamışlar ki. Bir başkaları onlar için toplayıp getiriyormuş. Babam açılan pazarlardan bahsederdi, eve gelen sütçülerden hatta fırın denilen bir yer bile varmış. Babam oranın harika koktuğunu söylerdi. İnsanlar oralardan alış veriş yaparlarmış” dedi dedesi.

“Nasıl yani, bizim değiş tokuş yaptığımız gibi mi?” dedi Şerif. Kafası iyice karışıyordu. Şerif’in kafasının karıştığını dedesi de fark etmişti.

“Canım torunum, müsaade et de sana bu okulların nasıl bir yer olduğunu babamdan öğrendiğim kadarıyla daha detaylı açıklayayım. Ardından Eski Dünyada insanların nasıl yaşadığını da anlarsın belki olur mu?” dedi dedesi. Şerif hiçbir şey demeden onun bildiklerini anlatmasını bekledi.

“Eski Dünyada dediğim bu okullar olurmuş. Her okulun sınıfları, her sınıfın da bir öğretmeni olurmuş. Öğretmenler bilgili insanlarmış. Sadece çocuklara bilgilerini aktarmakla görevlilermiş. Hatta bunun için para alırlarmış”

“Para mı?  O da nedir dede?” dedi Şerif şaşkınlıkla. Bir türlü parayı hayal edemiyordu.

“Para, kâğıttanmış Şerif. İnsanlar para kazanır ve para harcarlarmış. Bizimki gibi değiş tokuş yapmazlarmış” dedi dedesi. Şerif’in kafasında hala çok fazla soru işareti vardı. Ancak dedesi okulları anlatmaya Devam etti.

“Bu öğretmenler, çocuklara ders anlatırlarmış. İşte bu dersler dediğim bilgilerden oluşuyormuş. Bu derslerde denizleri, hayvanları, toprakları hatta insanları hatta sayıları bile öğrenirlermiş. Geçmişten, gelecekten, şimdiden bahsederlermiş. Bu okullarda okuyan çocuklar bilgili birer insan olarak çıkarlarmış o okullardan. Ve bir meslek seçerlermiş. Para kazanacakları bir meslek seçerlermiş. Tıpkı öğretmenler gibi. Ya da bizim şifacımız gibi, bahçecilerimiz gibi. Meslek seçen çocuklar artık birer yetişkin olur ve para kazanmaya başlarlarmış” dedi dedesi.

“Neden bir kâğıt parçası için bu kadar mücadele ediyorlarmış dede? Ağaçlardan topladıkları, bahçelerden biçtikleri yetmiyor muymuş onlar için?” dedi Şerif şaşkınlıkla.

“Yaşadığımız hayat şekillendikçe ihtiyaçlarımız artar Şerif. Nasıl sen büyüdükçe yeni bir yatağa ya da yeni bir kıyafete ihtiyaç duyuyorsun? İşte bu yüzden insanlar para kazanma gereği duyuyorlar. Çünkü ihtiyaçları değişiyor” dedi dedesi.

“Sanki hala varlarmış gibi konuşuyorsun dede?” dedi Şerif gerginlikle. Dedesinin hala bu saçmalıklara inandığını bir türlü kabullenemiyordu. Ancak ona da kızamıyordu. Çünkü o da her şeyi babasından öğrenmişti. İnsanlar, büyük dedesinin pek akıllı bir insan olmadığını söylerlerdi.

“Çünkü hala dışarıda bir yerlerdeler Şerif. Dünya bizim Med adamızdan ibaret değil. Göreceksin elbet bir gün geri gelecekler” dedi dedesi kendisinden emin bir şekilde. Onların bir gün geleceklerine kesinlikle inanıyordu.

“Peki, ne zaman gelecekler?” dedi Şerif. Dedesinin cevabını pek umursamıyordu.

“Ne zaman geleceklerini bilmiyorum Şerif ancak geldikleri zaman bizim hazır olmayacağımız kesin” dedi dedesi. Şerif kaşlarını çattı.

“O ne demek dede?” dedi ilgiyle. Ancak dedesi onun kafasını daha fazla karıştırmak istemiyordu.

“Bu sabahın tembelliği yeter Şerif. Ada insanı zaten yeteri kadar tembel. Doyduysan kalkabilirsin” dedi dedesi. Şerif sulu sabah meyvesinin son dilimini midesine indirdi.

“Herkes Eski Dünya diye bir yer yok diyor, sen hariç? Neden böylesin sen?” dedi Şerif biraz üzüntü biraz da merakla.

“Eğer benim babamı tanıyor olsaydın, o sana her şeyin daha doğrusunu anlatırdı. O benden çok daha bilgiliydi. Ayrıca benim için üzülmene gerek yok. Ben bildiklerimi saklamıyorum çünkü biliyorum Eski Dünya var, Eski Dünyanın insanları da var. Sadece bizi yeniden keşfetmeleri gerekiyor” dedi dedesi Şerif’e.

“Peki, bizi neden keşfedemiyorlar?” dedi Şerif ilgiyle.

“Yıllar önce benim babam henüz senin yaşlarında bir çocukken biz adalılar ile Eski Dünyalılar arasında bir savaş çıkmış. Adanın en yüksek dağındaki kutsal Med madenimiz yüzünden. Zaten adamızın adıda bu madenin isminden geliyor. Med Adası… Eski Dünyalılar Med madenini çok istiyormuş ancak bizim savaşçı adalılarımız Med madenini Eski Dünyalılara vermek istemiyormuş. O zamanki Bilgemiz Yağmur Dede bu madeni insanlar ile paylaşırsak adamızın yok olacağını ve istilaya uğrayacağımızı düşünüyormuş. Savaşçı adalılarımız da Yağmur Dede’yi haklı bulmuşlar ve adamıza gelmek isteyen Eski Dünyalılar ile savaşmaya başlamışlar. Savaşı duyan Eski Dünyada yaşayan adalılarda ki bunlardan birisi de benim babam ve ailesidir, adaya geri dönmeye başlamışlar. İşte bizim savaşçı adalılarımız bu Eski Dünyalılara karşı galip gelmiş. Ancak adalıların kazanmasındaki en büyük etkenlerden birisi de Eski Dünyalılar arasındaki mücadeleymiş. Eski Dünyalılar birlik halinde yaşamazlarmış. Her biri ayrı ayrı yaşar ve hepsinin Med madeni konusunda farklı hayalleri varmış. Onların arasındaki bu çatışma bizim adayı kaybetmememizde en büyük etken olmuş. Çünkü birbirleri ile savaşmaktan çok yorulmuşlar. Üstelik bir de bizi bir türlü yenemeyen Eski Dünyalılar, dünya haritasından bizi sildiklerini ve artık adımızı dünyada hiç kimsenin anmayacağını ve bundan sonra yalnız başımıza yaşayacağımızı söylemişler. O zamandan sonra adalılar ile Eski Dünyalılar bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre iki tarafta birbirini anmayacak ve kesinlikle iletişime geçmeyecek. Bu anlaşma hala varlığını sürdürüyor sevgili torunum. İki tarafta birbirini anmıyor. Hatta o kadar uzun zaman geçti ki birçok insan, belki sen de öyle, Eski Dünyanın varlığına bile inanmıyor. Ancak orada bir yerdeler biliyorum. Geri gelecekler. Hatta bu kez çok daha güçlü gelecekler. Ve bizim savaşmaktan vazgeçen, gününü tembellikle geçiren, elinde tek bir silahı olmayan Med adamız nasıl karşı koyacak bilemiyorum” dedi dedesi üzüntü ile. Şerif ise duyduklarına inanamıyordu. Dedesinin anlattıkları doğru olabilir miydi? Yoksa hepsi bir saçmalıktan ibaret miydi?

Kahvaltının geri kalanını Şerif hızlıca bitirdi ve arkadaşlarının yanına gitmek için dedesinden izin istedi. Ardından Şerif hızlıca adanın merkezine, insanların topluca bulunduğu evlerin oraya doğru koşmaya başladı. Kafasında hala dedesinin anlattıkları vardı. Dedesi haklı olabilir miydi? Ancak yıllardır ortaya çıkmayan Eski Dünyalılar neden bir anda çıkacaktı ki? Neden geri geleceklerdi? Hem madem bir anlaşma vardı, iki tarafta uymalıydı, öyle değil mi? Şerif, dedesinin anlattıklarını arkadaşlarına da anlatmak istiyordu ancak arkadaşlarının dedesi ile dalga geçmesinden korkuyordu. İnsanlar dedesinin çok yaşlandığını düşünüyordu. Bazen sırf bu yüzden dedesine kızıyordu. Çok fazla şey bilmek o kadar da iyi değildi galiba. Arkadaşlarına dedesinin anlattıklarını anlatmamayı ve bir süre tek başına düşünmeye karar verdi. Sıra sıra ağaç evler kendini göstermişken Şerif duraksadı ve meşhur ıslığını çalmaya başladı. Şerif adada ıslığı ile ünlüydü. En güçlü ıslık ondaydı. Hatta herkesi toparlayan, birleştiren bir ıslığı olduğu için onu lider seçmişlerdi. Adına yaraşır bir lider. Şerif adının ne anlama geldiğini biliyordu ancak hikâyesini bilmiyordu. Dedesi bir gün anlatacağını söylemişti ancak bir türlü anlatmamıştı. Onu da sormayı aklının bir köşesine not etti.

Şerif’in ıslığını duyan arkadaşları bir bir evlerinden çıkıp Şerif’in yanına gelmeye başladılar. Şerif ve arkadaşları doğduklarından beri beraberlerdi, tıpkı kalan ada halkı gibi. Hepsi yaşıttı, hep beraber oynarlardı. Şerif’in en yakın arkadaşları; Kaya, Işık, Rüzgar ve Çiçek’ti. Bu beş kişilik arkadaş grubu günlerinin neredeyse hepsini beraber geçirirlerdi. Beraber meyve toplar, beraber adada gezintiye çıkarlardı. Ortada toplanan Şerif ve arkadaşları birkaç dakika ne yapmak istediklerini düşündükten sonra muz ağaçlarına gitmeye ve muz toplamaya karar verdiler. Hep beraber yola koyuldular.

Şerif’in durgun hali arkadaşlarının dikkatini çekti. En yakın arkadaşı Işık’ın özellikle de.

“Şerif ne oldu sana? Neden böylesin?” dedi Işık merakla. Şerif hemen gülümsedi.

“Önemli bir şey değil. Bugün güneş doğmadan kalktım, belki biraz uykuluyumdur, muz yesem kendime gelirim” dedi gülerek. Işık da ona inandı.

Muz ağaçlarının bolca bulundukları bölgeye geldiklerinde ağaca kimin çıkacağını tartıştılar. Aralarında en atik olan Şerif’ti. Ancak Kaya kendisi çıkmak istiyordu. Fakat en sonunda ortak kararlar aralarında muz ağacına tırmanmakta en tecrübeli olan Şerif’in çıkmasına karar verdiler. Şerif dikkatli bir şekilde ağaca tırmandı. Bu her zaman onun işi olmuştu. Babası o çok küçükken bile ağaçlara tırmanmasına izin veriyordu. Şerif muzların yanına geldiğinde kıyafetinin cebinden ufak bir bıçak çıkardı. Bu bıçağı dedesi, kutsal Med madenden yontmuştu. Onun için çok kıymetliydi. İnsanlar her zaman Med madenini ziyaret etmezdi. Madeni nasıl işleyeceklerini bilmedikleri için onu öylece bırakmışlardı. Üstelik madene ulaşmak için dağın zirvesine çıkmaları gerekiyordu. Adalılar bunu pek fazla yapmıyordu. Şerif bu yüzden kıymetli bıçağını her zaman yanında taşırdı ve ona çok değer verirdi. Bıçağı ile muzları daldan ayırmaya başladı. Aşağıda arkadaşları onun heyecanla bekliyorlardı. Kısa bir zaman sonra da Şerif’in kestiği muzlar aşağıdaki arkadaşlarının kucağına düştü. Hemen ardından da Şerif dikkatli bir şekilde ağaçtan indi. Arkadaşları muzlar için Şerif’i beklemişlerdi. Şerif de indikten sonra büyük, devrilmiş bir ağacın üzerinde toplandılar ve keyifle muzlarını soymaya başladılar. Şerif ve arkadaşları sessizce muzlarını yerken Şerif’in aklı hala dedesinin anlattıklarındaydı.

“Şerif sen iyi misin?” diye sordu Kaya. Şerif gülümseyerek kafasını salladı.

“Sanki kafan karışmış gibi” dedi Çiçek. Diğer çocuklarda onu onayladılar. Şerif omuzlarını silkti ve “O kadar da önemli bir şey değil, dedemi düşünüyordum” dedi sessizce.

“Yoksa gene tuhaf Eski Dünya hikâyelerinden mi anlattı?” dedi Rüzgâr. Şerif sadece kafasını sallamakla yetindi. Aslında bundan bahsetmek istemiyordu.

“Sen ona inanıyor musun?” dedi Kaya şaşkınlıkla. Şerif üzülmüştü. Dedesine her zaman inanmak istiyordu ancak insanlar ona inanmadığında üzülüyordu.

“Peki, bu kez ne anlattı?” dedi Işık ilgi ile. O da Eski Dünya hikâyelerini çok seviyordu. Hatta Eski Dünyaya inanmak istiyordu. Onun babası da Eski Dünya hikayelerine çok meraklıydı.

“Okul diye bir yer varmış. Çocuklar oraya giderlermiş, eğitim alırlarmış bu sayede para kazanırlarmış” dedi Şerif çabucak.

“Para ne demek? Okul ne demek? Eğitim ne demek?” dedi Kaya şaşkınlıkla. Sorularını bir bir sıralamıştı. Şerif bundan rahatsız oldu.

“Bilmiyorum işte anlamadım” dedi Şerif sinirle. Zaten kafası çok karışmıştı bir de anlamadığı şeyi başkalarına açıklamak çok can sıkıcıydı.

“Pekâlâ, üstüne gitmeyin” dedi Işık anlayışlı bir sesle.

Çocuklar muzlarını yiyip biraz daha tembellik yaptıktan sonra ailelerine yardım etmek üzere dağıldılar. Akşam güneş batmadan önce yeniden buluşacaklar ve kıyıya balık tutmaya gideceklerdi. Sözleşip ayrıldılar.

Şerif düşünceli bir şekilde evine döndü. Eve dönüş yolu en uzun olan oydu. Çok fazla bir işi olmadığı için manzaranın tadını çıkarmak ve düşünmek istedi. Giderken gözleri Med madeninin bulunduğu zirveye baktı. Oraya hiç çıkmamıştı. Neden çıkmadığını da bilmiyordu. Ancak bir gün çıkmak istediğini düşündü. Adaya oradan bakmak istediğini fark etti. Ardından yoluna Devam etti.

Evlerinin hemen yanında, belki birkaç yüz metre ötede ada bitiyordu ve falezler karşılıyordu insanı. Şerif neredeyse her gün o uçurumlara giderek korkusunu yenmişti, artık korkmuyordu ancak yine de kazalara karşı dikkatli davranıyordu. Uçurumun kenarında okyanusun kokusunu çok keskin alabiliyordu. Rüzgârda yüzüne vurduğunda Şerif çok iyi hissediyordu. Düşünmek için çok güzel andı onun için.

Şerif uzun uzun dedesini düşünmeye başladı. Ne zamandan beri bu kadar çok hikâye anlatmaya başlamıştı? Şerif çok daha küçükken anlattığı hikâyelere bazen dedesi bile inanmıyordu. Ancak şimdi anlattıkları çok daha gerçekçiydi, dedesi de gönülden inanıyordu. Şerif dedesine inanmak istiyordu ancak korkuyordu. Anne ve babasını kaybettikten sonra dedesi Şerif ile çok daha fazla ilgilenmiş ve ona çok daha fazla öykü anlatmaya başlamıştı. Belki de diğer insanların dediği gibi gerçekten dedesi çok fazla yaşlanmaya başlamıştı. Belki de onun yanında daha fazla vakit geçirmeli ve ona dikkat etmeliydi. Şerif aklında yüzlerce soruyla kayalıklara vuran okyanusu seyrediyordu. Ve dikkatini çeken bir şey oldu. Gördüklerinden emin değildi ancak kıyıda renkli bir şey vardı. Şerif bir an bunun bir çocuk olduğunu düşündü ancak pek akıl erdiremedi. Çok daha dikkatli bakmaya başladı. Evet, emindi bir çocuk görüyordu. Ama bu imkansız bir şeydi. Mümkün değildi. Şerif büyümüş gözlerle renkli noktayı izlemeye devam etti.

1.BÖLÜMÜN SONU

Özgün Masallara Sosyal Medyadan Ulaşın..

  • 30/09/2024